Görmek ve Görülmek Üzerine

Algıladığımız gerçekliğin en temel yapıtaşlarından olan görmek ve görülmek üzerine

Uzm. Psikolog Yiğit Gürdal

10/31/20242 min read

Görmek dediğimizde söz konusu eylem muhtemelen duyularımız içerisinde fizyolojimizin en “deneyimsel” olanı. Öyle ki hem etrafımızdaki olan biteni en net olarak bize aktarması hem de yorumlaması en kolay olanı olması onu diğer duyularımızdan daha farklı bir yere koyuyor. Doğduğumuz günden bu yana bize güvenli ile güvensizi ayırmamız konusunda en fazla yardımcı olan duyu organımız. (Eğer şanslıysak) aile ortamının huzuru ile dışarısının tehditkar doğası arasındaki farkı tespit etmemizi ve kendimizi ona göre hazırlamamızı sağlayan görme yetimiz “bizim de görüldüğümüzü” fark ettiğimiz anda çok daha sosyal ve kendilikle alakalı bir noktaya taşıyor varoluşumuzu.

Evet, dışarının bana nasıl yaklaştığını görerek ayırt edebilirim. İlişkilendiğim her şey kendini öyle veya böyle gösteren bir konumda olmak zorunda. Gösteren derken, dışa vuran demek istiyorum. Bu dışa vurum bazen istenç ile bazen ise fark etmeksizin olabilir. Dışa vurum mevhumu aslında “ister istemez” olan bir şeydir ve eğer bu dünyada yaşıyorsak hepimizin ontolojik olarak içerisinde yaşadığı bir koşul olarak vücut bulur. İçerimizde olan şeyler dışarıda kendini gösterir. Buraya geçmeden önce “dışarının bana nasıl yaklaştığını görerek ayırt edebilirim” cümlesine biraz daha eğilmek isterim. Doğduğumuz günden bugüne gelene kadar hep gördüğümüz ile düşündük, gördüğümüz ile hissettik (buna aynada kendimizi görmek de dahil). Peki bu gören gözlerimizi ve gördüklerimizin gerçeğin “çıplak” hali olduğunu sorguladığımızda neler olur?

Kendimizi “kendi gerçekliğimizi inşa etmiş birey” olarak görmeye başlarız. Kıymetli bir hocam “insan tek bir pencereden yani kendinden dışarıya bakmak zorundadır, işin en acı tarafı da bu pencereden bakan gözlerin lens takmış olduğunu ve bütün görüşünü etkilediğini de çoğu zaman fark etmez. Lens diye nitelendirdiğim şeyler insanın deneyimleri, inançları, değerleri, ilişkileri ve bağlamlarıdır. Psikoterapi kişiyi bunlardan arındırma seansları değil, kişinin bütün bunlara sahip çıktığı ve özgürlüğünü fark ettiği yerdir.”. Bütün bunların yanında ortada anlaşılacak ve üzerine çalışılacak bir gerçek olup olmadığı çoğu zaman* insanın kavgası değildir. Karşılaştığımız özneler (buna kendimiz de dahil) kendisini var etmenin yolunu arayan, bu uğurda gözlerindeki lensi denkleme katmadan gördüklerinin salt gerçek olduğu ön kabulüyle hareket eden ve kendini nesneleştirmek pahasına karşısındakini nesneleştiren bireylerdir. Dünyayı tanıdık, ön görülebilir ve kontrol edilebilir kılmak bizim çok temel bir ontolojik kaygımıza dairdir, muğlaklık ve sonluluk. Ne yaparsak yapalım hep bir muğlaklık olacak, muğlaklık olmadığı durumda ise varlığımın sonu gelmiş olacak. Bütün hayatım boyunca bu ontolojik gerçeklerle ilgili yapabileceğim şeyler konusunda özgürüm; ya bunlarla kavga edeceğim ve kabul etmeyeceğim ya da bu gerçekler beni tekinsiz hissettirse dahi sahip çıkacağım.